14 Mayıs 2010 Cuma

Bizans Dönemi (Arkeoloji)


ERKEN HIRİSTİYAN ve BİZANS SANATI

 

Bizans sanatı, İ.S. 395 yılında ikiye bölünün Roma İmparatorluğu’nun doğu parçası olan ve 1453’de Osmanlı Türkleri tarafından ortadan kaldırılan Bizans devletinin sanatıdır. Doğu Roma İmparatorluğu ya da kısaca Bizans İmparatorluğu adı ile tanınan bu devlet, aslında Hıristiyanlaşmış Roma İmparatorluğu’dur. Bu devleti, Roma İmparatorluğu’nun bir devamı olarak da kabul edebiliriz.

Bizans, İstanbul’un eski adı olan Byzantion’dan gelmektedir. Batı dünyası bunu, İstanbul’un fetihden önceki adı olarak kullanmıştır. Anlam olarak imparatorluğun tümünü kapsayan Byzantion, aslında yalnızca kentin adıdır. Bizans, modern tarihçilerin ortaya attığı bir deyimdir. Doğu Roma İmparatorluğu’na, anlam ve ruh açısından Batı Roma’dan farklı bir ad verilmek istenmiş ve sonuçta bu deyim ortaya atılmıştır. Oldukça uzun bir ömür süren bu imparatorluk, kendini hiçbir zaman Bizans devleti olarak nitelememiş, Büyük Roma İmparatorluğu’nun bu doğu parçası sonuna kadar bir Roma devleti olarak yaşamıştır. Öyle ki, bu topraklarda oturanlar kendilerine “Romaios” (Romalı) demişler, imparatorlarını da “Romalıların İmparatoru” olarak adlandırmışlardır.

Bu arada 6. yüzyıldan itibaren latincenin yerini resmi dil olarak yunanca almış, bu dil, kültür alanında da tümüyle etkili olmuştur. Din önem kazanmış, böylece yeni bir devlet sistemi oluşmuştur. Aslı Romalı olan Bizans bir Ortaçağ Hıristiyan toplumudur. Balkanlar, Trakya, Anadolu, kısa bir süre Mısır ve Suriye topraklarında egemen olmuş, buralardaki eski uygarlıkların gelenek ve beğenilerini bünyesinde toplayarak kendine özgü yüksek bir uygarlık oluşturmuştur. Bu uygarlığın ana kaynağı Anadolu olmuş, ama Doğu’dan da geniş ölçüde ilham ve etki almıştır. Bizans sanatının bizim açımızdan önemi ise, sahip olduğumuz topraklarda yaşamış ve gelişmiş olmasıdır. Uygarlık tarihi açısından da Ortaçağdaki en parlak ve güçlü uygarlık olması önem taşır. İlkçağ uygarlığının bilgi ve kaynaklarını doğuda İslam ve Bizans yaşatmış, geliştirmiş ve Rönesans Avrupası’na aktarmıştır. Bu nedenle de Bizans sanatı bir bilim dalı olarak incelenmeye başlandığında, yalnızca batıda bulunan Bizans el yazmalarının minyatürleri, bazı küçük yapıtlar ile İtalya’nın Ravenna kentindeki binalar ve bunların duvarlarını süsleyen mozaikler dikkat çekmiştir.

19. yüzyıl sonlarından başlayarak Bizans sanatı araştırmaları çok hızlanmış, yapıtların, anıtların incelenmesi sonucunda yeni görüşler ortaya çıkmıştır. Bizans sanatı başlangıçta Roma sanatının devamcısı olmuş, ama daha sonra gerek çeşitli kültürlerin izlerine sahip ülke ve toplulukları içine alması, gerek resmi din haline gelen Hıristiyanlığın güçlü etkisi ile tümüyle yeni, orijinal bir üslup oluşturmuştur.

Bizans sanatında sürekli iki güçlü akım egemen olmuştur. Birincisi, özellikle saray ve ileri gelen çevrelerce tutulan, kökü eski sanat geleneklerine bağlı ince, hassas hatta bazı durumlarda Hıristiyanlığa yabancı unsurların bile göze batmadığı görkemli, zengin ve göz kamaştırıcı bir sanat akımı olan Başkent üslubudur. İkincisi ise, form güzelliğine önem vermeyen, dini konuları esas alan ve sanatı dinin bir anlatımı olarak kabul eden ilkel ve kuru bir sanat akımı olan Eyalet üslubudur. Ancak bu akımları, adlarında geçtiği gibi, kesin bir biçimde bölgelere ayırmak olanaksızdır. Sonuçta Bizans sanatı için, İlkçağ ve Roma sanatından aldığı bilgileri, doğu beğenisi ve deneyimlerini Hıristiyanlıkla kaynaştırarak uygulayan ve yerli geleneklerden de faydalanarak doğu Akdeniz çevresinin bütün Ortaçağ’ı kaplayan Hıristiyan sanatıdır, denebilir.

Bizans mimarisinin en iyi görüldüğü yer başkent İstanbul’dur. Bizans mimarisi başlangıçta ilkçağ’ın mimari tiplerinden faydalanmış ve bunları yeni amaçlarına uydurmasını bilmiştir. Esası bir çarşı, bir toplantı yeri olan bazilikayı Hıristiyanlaştırarak kilise haline getirmişlerdir. Ufak tefek ticari anlaşmazlıkları çözümleyen hakimin yerini ise Hıristiyanlıkta İsa almıştır. Bazilika planlı kilise uzun bir yapıdır. İçi iki sütun dizisi ile üç sahına ayrılmış, bunlardan ortadaki yandakilere oranla daha geniş tutulmuştur. Doğu ucunda ise yarım yuvarlak bir biçimde dışarı taşan apsis bulunur. Batı yönünde de narteks adı verilen bir hol vardır. Bunun iki yanındaki merdivenlerden yan sahınların üstünde yer alan ve kadınlara ait olan galerilere çıkılır. Bir bazilikanın üstü, çift meyilli ve kiremit kaplı ahşap bir çatı ile örtülü olurdu. Bu basit ve yalın kilise tipi, Hıristiyanlığın özellikle ilk yıllarında ve Bizans sanatının ilk döneminde hayret verici derecede tutulmuş ve çok sayıda örnekleri inşa edilmiştir.

Bu tipin karakteristik örneklerinden biri de başkent İstanbul’dadır. 461’de kurulan Studios Manastırı’nın Aziz Ioannes Prodromos’a ithaf edilen kilisesi olan bu bina, imrahor İlyas Bey Camii adını alarak zamanımıza kadar gelmiştir. Yıkık bir halde olan bu binada bazilika tipi en yalın biçimde uygulanmıştır. Yapının iç mekanı bütün normal bazilikalarda olduğu gibi iki sütun dizisi ile üç sahına ayrılmıştır. 18. yüzyıldaki yangından sonra sağ taraftaki sütunlar kaldırılmış, ahşap çatıdan da hiçbir iz kalmamıştır. Henüz ayakta duran soldaki sütun dizisinin, yangın nedeniyle süslemelerini tümüyle yitirmiş başlıkları üzerinde zengin bir biçimde işlenmiş mermer bloklardan oluşan bir arşitrav bulunmaktadır. Dışarı taşkın apsis dıştan üç cepheli, içerden ise yarım yuvarlaktır.

Bir gereksinmenin en yalın biçimde giderilişini yansıtan bazilikanın yanında bir hayli gözde olan ikinci tip ise merkezi planlı yapılardır. Yuvarlak bir ana mekan oluşturacak biçimde inşa edilen bu binalarda mekanın üstü, yapının bütününü kaplayan bir kubbe ile örtülmüştür. Bu tipin en yalın örneğinde kubbe, sekiz köşeli bir plana göre inşa edilen dış duvarlara oturur. Buna karışn, aynı tipin daha gelişmiş biçiminde kubbe dış duvarlara değil, yapının içinde yer alan ve ortada bir çember halinde sıralanan sütun ile payelere biner.



İstanbul Küçük Ayasofya Camii (eski Sergios ve Bakkhos Kilisesi)

Kaynağını ilkçağ sanatının türbe ve hamamlarından alan ve Hıristiyan mimarisi tarafından özellikle anı yapılarında kullanılmak üzere benimsenen bu tipin güzel bir örneği, İstanbul’da bugün Küçük Ayasofya Camii adını taşıyan eski Sergios ve Bakkhos Kilisesi’dir. İmparator I. Justinianos tarafından 526-530 yıllarında yaptırılan bu yapının dış duvarları, pek düzgün olmayan bir kare oluştururlar. Batıya bakan cephe önündeki sütunlu son cemaat yeri, bir Türk dönemi eklentisidir. İçerde sekiz güçlü paye ile oluşturulan sekizgen bölümü basık, dilimli bir kubbe örtmektedir. Bu orta mekan doğu yönünde ileri doğru uzanan ve dışarı taşan bir apsise sahiptir. Payeler ve bunların arasındaki sütunlar ile dış duvarlar arasında kalan dehliz, orta kısmı bir atnalı gibi sarmakta, üst kısımda ise bir galeri bulunmaktadır.

Bizans mimarisi bu iki ayrı tipi, bazilika ve merkezi planı birleştirerek yeni bir mekan yaratmaktan da geri kalmamış, bunun sonucunda 5. yüzyılın sonlarına doğru kubbeli bazilika denen tip doğmuştur.





Ayasofya

İlk örnekleri Anadolu’da yapılan kubbeli bazilikaların en görkemlisi ise, İstanbul’daki Ayasofya’dır. Anadolulu iki mimar, Trallesli (Aydın) Anthemios ve Miletoslu (Balat) Isidoros’un Justinianos’un emri ile 532-537 yıllarında, yanmış olan eski bir kilisenin yerine yaptıkları Ayasofya, kubbeli bazilika tipini açık bir biçimde verir. Bu yapıda merkezi planlı yapılarda görülen mimari sistemin özünü orta sahının üst mimarisinde ve ana mekanda bulmak olasıdır. Ama bunun yanında klasik bazilika mekanının karakteristiği olan yan sahınların yardımcı, hatta orta mekanın görkemi ve genişliği uğruna “harcanmış” bölümler olduğu da gözden kaçmaz. Ayasofya’da önceleri atrium ile bağıntılı olan dış narteksi, çapraz tonozlarla örtülü geniş bir ana narteks izlemektedir. İç kısım ise adeta çatılı bir bazilika gibi, paye ve sütun dizileri ile üç sahına ayrılmıştır. Orta sahın üstüne rastlayan bölümde, esas ağırlığı dört payeye binen 31 m. çapında büyük bir kubbe bulunmaktadır. Ana eksen üstünde iki yarım kubbe daha yer almaktadır. 77 m. uzunluğundaki orta sahın doğu ucu, dışarı taşkın ve üstü yarım kubbeli bir apsis ile sonlanmaktadır.



İkonoklasma Hareketi

Bizans sanatının ilk dönemi siyasal ve askeri gerilemelerle birlikte, 726’da ortaya çıkan ve kiliselerin dini resimlerle süslenmesini yasak eden bir akım ile sarsıntı geçirmiş, bu durum kısa bir ara ile 842’ye kadar sürmüştür. Bu akıma İkonoklasma adı verilir.

İkonoklasma’nın 842’de ortadan kalkması ile başlayan Orta Dönem Bizans sanatı, 1204’de IV. Haçlı seferinin Bizans’a yönelmesi ve İstanbul’u ele geçiren Latinlerin bir Latin İmparatorluğu kurmalarına kadar sürmüştür. Makedonyalılar ve Komnenoslar sülaleleri zamanına rastlayan bu dönemde Bizans sanatı, kilisenin ikonoklasma’ya karış kazandığı zaferle yeni bir yön tutmuştur. Ancak ilk dönemdeki özgürlüğünü yitirerek kilisenin artan egemenliği altında sert kurallara bağlanmak zorunda kalmıştır. Orta dönemde küçük boyutlar kullanılmış ama dış çizgilerin zarif, ölçülerin uyumlu olmasına önem verilmiştir.

Yunan Haçı planı, bu dönemde mimari tiplerin başında gelmekte, hatta uzun süre tek mimari tipi oluşturmaktadır. Bu tipin bu denli önem kazanmasının altında, kilisenin ikonoklasma’ya karış kazandığı zaferden duyulan coşku ve bunun itici gücü ile Hıristiyan sembolizminin bir anda sanat dünyasını kaplaması yapmaktadır. Bu tipte yapının orta kısmı bir Yunan haçı biçimindedir. Tam ortada ise bir kubbe bulunmaktadır. Başlangıçta hayli kaba ve ağır bir görünüşe sahip olan Yunan Haçı planı, sonraları geliştirilerek iç çizgilerin incelmesi ile daha hafif bir görünüş almıştır. Bu ikinci aşamada kubbe, Kalenderhane Camii’nde olduğu gibi ağır ve masif köşe duvarlarına değil de paye ya da sütunlara bindirilmiştir. Yunan Haçı planının dört sütunlu tipi dediğimiz bu biçimdeki yapılardan İstanbul’da çok sayıda örnek günümüze gelmiştir.

Laleli’deki Bodrum Camii bu yapılardan biridir. Yüksek bir kripta üzerine kurulmuş olan yapıda, dört sütunlu Yunan Haçı planını açık bir biçimde görmek olasıdır. Narteksi izleyen naos, dört ince payenin yardımı ile oluşturulmuş bir Yunan Haçı biçimindedir. Yapının dış cephelerinde yarım yuvarlak payeler, bunların arasına yerleştirilen kör kemerler büyük bir hareket ve plastik ifade sunarlar.

10. yüzyılda inşa edilen Lips Manastırı’nın kilisesi olan Fenari İsa Camii’nin kuzey kanadı da aynı tipin karakteristik bir örneğidir. Yalnız 13. yüzyılda güney yönüne ikinci bir kilise eklenmiş olan yapıda, 17. yüzyıldaki bir tamir sırasında dört sütun kaldırılarak yerlerine iki büyük kemer inşa edilmiştir.

Eski adı bilinmeyen ve 10. ya da 11. yüzyılda yapılmış olduğu tahmin edilen Molla Gürani Camii (Vefa Kilise Camii) ise, 14. yüzyılda eklenmiş olan büyük ve anıtsal dış narteksi bir yana bırakılacak olursa, dört sütunlu Yunan Haçı planlı bir orta dönem yapısıdır. Kommenos sülalesi zamanında 1081-1118 yıllarında yapılan ve Pantepoptes Manastırı’nın kilisesi olan Eski imaret Camii, aynı tipin en güzel örneğidir.



Pantokrator Manastırı’nın kilisesi (bugün Zeyrek Kilise Camii)

Komnenos sülalesi tarafından kurulan ve aslı 1136’da yapılan Pantokrator Manastırı’nın kilisesi olan Zeyrek Kilise Camii, bu dönemde büyük kiliselerin ancak ufak çaptaki bitişik kiliselerden oluşturulduğunu gösteren karakteristik bir örnektir. Yunan Haçı planlı kiliselerin en büyük örneklerinden olan Zeyrek Camii güney kanadı, ancak 16 m. uzunluğundadır. Kubbesinin çapı ise 7.m.’dir. bu yapı, dört payeli iki kilise ve aralarındaki tek sahınlı bir türbe şapelinden oluşmaktadır. Yapılması oldukça kolay olan bu yapı tipi, İstanbul’da Çarşamba’daki Ahmet Paşa Mescidi gibi küçük yapılarda da kullanılmıştır. Öte yandan bu dönemde, az sayıda uygulanmış olan bir başka plan tipi de vardır. “Kiborium plan” dediğimiz bu tipin İstanbul’daki örneği, Kariye Camii olarak tanınan Khora Manastırı kilisesinin naos kısmıdır.

Son Bizans döneminde İstanbul’da yeni bir mimari tipin doğduğunu ve bunun 1284-1294 yıllarında yapıldıkları bilinen üç kilisede uygulandığını görmekteyiz. Bu yapılar, fetihten sonraki adları ile Koca Mustafa Paşa Camii, Fenari İsa Camii ve Fethiye Camii ana binasıdır. Bu planın orta dönemin gözde tipi Yunan Haçı ile hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü naos kısmında dört kemer üzerine yükselen bir kubbe bulunmakta ve orta mekan bu kare alanın altında kalmaktadır. Bu orta kısmı, üç yandan atnalı gibi saran basık tonozlu dehlizler çevreler. Bu yüzden bu plana kısaca Dehlizli Tip denir.

İlk Bizans döneminde (330-726) yapılmış olan duvar mozaiklerinden İstanbul’da hiçbir örnek kalmamıştır. Bunun başlıca nedeni de mozaiklerin 726-842 yıllarındaki ikonoklast (Resim kıran) akım sırasında tahrip edilmiş olmasıdır. Yine de ilk Bizans dönemine ait İstanbul dışındaki bazı mozaik ve minyatürlerin yardımı ile bu dönemin resim sanatının karakterini saptayabiliriz. İlkçağın Helenistik resim sanatı üslubu kendini, ilk dönem sanatı içinde kuvvetle belli eder. Ama bu arada, Doğu’dan gelen daha farklı etkilerin de sanata yansıdığı görülür.

İstanbul’da bu döneme ait figürlü duvar mozaiği yoksa da çok dikkat çekici bir döşeme mozaiği yakın zamana kadar duruyordu. Bu mozaik, Sultan Ahmed Camii’nin Marmara yönünde Arasta denen eski çarşının yerindeki Bizans sarayının yıkıntıları arasında bulunmuştur. 5. yüzyıl başlarına ait olduğu sanılan bu mozaik döşeme saf bir Bizans yapıtı sayılmaz. Çünkü her bakımdan, İlk Bizans döneminin başındaki geçiş aşamasının özelliklerine sahiptir. Mozaiklerde zemin beyaz küplerden oluşturulmuştur. Çevrelerini ise geniş ve çok zengin dal kıvrımlarını içeren bir bordür dolaşır. Beyaz zemin üstündeki figürler birbirlerine bağlı olmadıklarından, bu mozaiklerde belli bir kompozisyona rastlanmaz. Zemin üstüne adeta serpiştirilmiş gibi bir takım insan, hayvan, ağaç, kaya hatta mimari tasvirleri yerleştirilmiştir. Bu yapıtta süslemeci bir amaç ön plandadır. Bu dağınık figürlerin arasında bir sepetle tavşan avlayan çocuk, bir eşeğin önünde yem torbasını tutan bir başka çocuk, otlayan beygirler, mandolin çalan bir adam, bir ırmak perisi, aslanla mücadele eden bir fil, elinde mızrağı ve kalkanıyla bir savaşçı, ağacın üzerinde bal arayan bir ayı, bir ceylanı parçalayan iki pars gibi tasvirlere rastlanır. Hıristiyanlıkla bir ilgisi olmayan bu mozaikler, gerek konuları gerek renkleri ve gerek çizgileriyle ilkçağın Helenistik resim beğenisinin izlerini taşımaktadır.

İkonoklast akım resim sanatına büyük bir darbe indirmişti. Kiliselerdeki dini resimler tahrip edilmiş, ancak bir haç resminin yapılmasına izin verilmiştir. Aya İrini Kilisesi’nin apsis yarım kubbesindeki mozaik haç, bu dönemden (8. yüzyıl) kalmadır. Aslında ikonoklastlar sanat düşmanı değillerdi. Yaptıkları binaların duvarlarını da desenlerle süslemekten geri kalmıyorlardı. Ama 842’de kilise ikonoklastlara karış galip gelince sanat büyük bir kontrol altına alındı. Her şeyde Hıristiyanlığın özünü ve anlamını belirtecek sembollerin yer alması isteniyordu. Nitekim mimaride de Yunan Haçı planı denilen tip, bu amacı en iyi yanıtlayan biçim olduğundan büyük taraftar bulmuş ve adeta dönemin değişmez mimari tipi olmuştur.

Bu dönemde kilise başlıca üç bölüme ayrılıyordu. Bunların en önemlisi kubbe, gökyüzünü temsil ediyordu. Bu kubbenin altındaki mekan (naos) ise yeryüzüdür. Kubbeyi taşıyan kemerler ve pandantifler yalnız mimari unsurlar değil, aynı zamanda yeryüzü ile gökyüzü arasındaki bağıntıyı sağlayan sembolik bölgelerdir. Kilisenin bema kısmı ise Hıristiyanlığın özünün sembolüdür. Zaten ibadet sırasında da bu esrarı ifade eden merasim burada yapılmaktadır. Apsis yeryüzü kilisesinin sembolüdür. Yapının girişindeki narteks ise, daha dünyasal karaktere sahip bir hazırlık mekanıdır. Mimarideki bu sembolik öz, saydığımız yerlerin her birinin aynı ilkelere uygun resimlerle süslenmesi yoluyla daha da belirgin bir hale getiriliyordu. Orta Bizans döneminde büyük bir ciddilikle uygulanan bu resim programının tam bir örneğine İstanbul’daki yapılarda rastlanmaz. Buna karışlık, Ayasofya’da 842’den sonra yapılmış olan bir takım tek mozaikler bulunmaktadır. Bunlar, dönemin resim programına bağlı olmamakla birlikte, üslup açısından zamanın kalite ve beğenisini çok iyi yansıtırlar.

Son Bizans döneminde sanatta bir “Rönesans” niteliğinin belirdiği görülür. Bu dönemde sanat kilisenin sert kurallarından sıyrılmış ve dini konuları daha özgür bir biçimde dile getirmiştir. Bu arada, ilkçağın Helenistik üslubunun temel ilkeleri de yeniden canlanmak olanağı bulmuştur. Son Bizans döneminin en görkemli resim koleksiyonu, bugün Kariye Camii olarak bilinen Khora Manastırı kilisesindedir.



Khora Manastırı kilisesi (bugün Kariye Camii)

Çok eski tarihlerden beri var olan bu yapı, Komnenoslar zamanında ciddi bir biçimde tamir görmüş, bugünkü naos kısmı da o dönemde yapılmıştır. Latin istilası sırasında harap olan bina, İstanbul’un yeniden imparatorluğun başkenti olmasından kısa bir süre sonra, 1305 yılına doğru devlet ileri gelenlerinden Theodoros Metokhites tarafından tamir ettirilmiştir. Bu sırada kilisenin kuzey ve güneyine birer kanat eklenmiş, batı yönünde de bir narteks daha yapılmıştır. Güney yönündeki kanadın içi ise fresklerle süslenmiştir. Narteksden ana mekana açılan kapının üzerindeki mozaik panoda bu resimleri yaptıran Metokhites, İsa’ya kilisenin bir modelini sunar vaziyettedir. Kariye Camii mozaiklerinde İsa ve Meryem’in hayatı ile İsa’nın mucizeleri tasvir olunmuştur. Kariye mozaikleri ifade açısından canlı ve hareketli tablolardır. Bu kompozisyonlarda Orta Bizans döneminin sert ve korkunç ifadesini bulamayız. Orta Bizans dönemi mozaiklerinde olmayan ve Avrupa’da da ancak Rönesans ile ortaya çıkan önemli bir özellik, bu kompozisyonlarda açıkça görülür. Bu da derinliği belirten bir takım unsurların kompozisyon içinde yer almış olmasıdır. Sahnelerin hepsinde zemin dekoru olarak mimari ve Helenistik peyzaj motifleri kullanılmıştır. Kademeli kayalardan oluşan bu peyzajlarda yer yer, üst kısımları budanmış ve yanlarından yeni bir dal fışkırmış olan ağaç gövdeleri görülür.



Büyük Saray

İstanbul’da Bizans’ın sivil mimarisiyle ilgili örnekler çok azdır. Büyük Saray diye bilinen kompleks, İstanbul’un ilk büyük imparatorluk sarayı olup Topkapı Sarayı gibi çok geniş bir alan içinde çeşitli yapılardan oluşmuştur. Saray, Sultanahmet’ten Küçük Ayasofya’ya kadar olan sahayı kaplıyor ve denize doğru uzanıyordu. 4. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar sürekli inşa ve tadil edilmiş olan irili ufaklı yapılarıyla, adeta küçük bir kent görünümündeydi. Tümüyle harap olmuş bu kompleksten günümüze yalnızca bazı cephe kalıntıları gelmiştir.



Blakhernai Sarayı

Bizans imparatorlarının ikinci saray kompleksi ise Edirnekapı yakınlarındaki Blakhernai Sarayı’dır. Bu yapı grubundan da günümüze yalnızca bir pavyon kalmıştır. Tekfur sarayı adı ile tanınan bu yapı, Bizans sarayları hakkında fikir veren bir örnektir. Eski adı ile yapım tarihi kesin olarak bilinemiyor. Ama 12. yüzyılın ikinci yarısı olarak düşünülebilir. Bizans Latinlerden geri alındıktan sonra saray onarım görmüş ve bazı bölümler eklenmiştir. Önünde bir avlu olan yapı bir bodrum katı ve iki tam kattan oluşmaktadır. Bodrum katın kemerleri ise avluya açılmaktadır. Son derece zengin bir cephe mimarisi ve süslemenin bulunduğu yapıda özel olarak imal edilen süs tuğlaları yer alır. Fetihten sonra ise çini fabrikası ve cam atölyesi olarak da kullanılmıştır.

İstanbul’da Roma döneminden bu yana su tesisleri yapılmıştır. Bu alanda Bizanslıların da çalışmaları bulunmaktadır. Bizans döneminin başında yapılan tesislerin Bizanslılarca ne zamana kadar kullanılmış olduğu belli değildir. İstanbul’a gelen su, özel tesislerle kente girer, baş havuzlara gider ve yeraltı kanallarıyla çevreye yayılırdı. Su, İmparator Valens (364-368) zamanında yaptırıldığı ileri sürülen Bozdoğan Kemeri yardımıyla İstanbul Üniversitesi merkez binasının bulunduğu yerdeki ana havuza ulaşırdı. Her iki ucundan da parçaların eksildiği Bozdoğan Kemeri, günümüze bir hayli harap olarak gelebilmiştir.

İstanbul’da çok sayıda bulunan sarnıçlarsa kente gelen suyu barındırma görevi görürlerdi. Sarnıçlar, kare ya da dikdörtgen planlı, üstleri kemerler ve tonozlarla örtülü tesislerdir. Bu örtü sistemi içeride taş sütunlara oturur. İstanbul’daki kapalı sarnıçların içinde en büyüğü ve en tanınanı hiç kuşku yok ki, Sultanahmet meydanındaki Yerebatan Sarnıcı’dır. İmparator Justinianos döneminde genişletilmiş olan sarnıç 140 x 70 m. ölçülerindedir. İçinde, her dizide 28 sütun olmak üzere 12 sütun dizisi bulunmaktadır. Sütunlar ve başlıkları devirmedir. Bir başka örnek ise Konstantin dönemine ait olduğu düşünülen Binbirdirek Sarnıcı’dır. 64 x 56 m. boyutundaki sarnıçta 224 sütun bulunur. Ortalarında bilezik bulunan ve üst üste oturtulmuş izlenimi veren sütunlar alışılmamış bir formdadır.

İstanbul’da kapalı sarnıçların yanı sıra açık su hazneleri de bulunmaktadır. Bunlar kent dışından gelen suları toplama havuzlarıdır. Buralarda biriken su kente basınçlı olarak dağıtılıyordu. Tümüyle Roma inşa tekniğine göre yapılmış olan bu açık hazneler, son derece sağlam ve büyük havuzlardır. Başlıca örnekleri arasında Sultan Selim Camii yanındaki havuz, Karagümrük Çukur Bostan (Vefa/Fatih Stadı), Cerrahpaşa-Koca Mustafa Paşa arasındaki Altı Mermer ve Bakırköy-Veliefendi Fildamı yer almaktadır.



Anıtlar

Bizans döneminde İstanbul’un çeşitli yerlerinde dikilmiş anıtlar da bulunuyordu. Bunların en önemlilerinin bulunduğu Hipodrom, kentin eğlence ve siyaset merkezi ile politik mücadelelerin yapıldığı yerdir. Hipodrom, Sultan Ahmet Camii ile Adliye Sarayı arasındaki düzlükte uzanan “U” biçiminde bir saha idi. Anıtlar, ortada yer alan ve “Spina” adı verilen bir eksenin üzerinde sıralanırdı. Burada yer alan Dikilitaş (Obelisk) meydanın simgesi olmuştur. Bu anıt aslında bir Mısır yapıtı olup İ.Ö. 1600 yılında Firavun III. Tutmosis adına Karnak’ta dikilmiştir. Pembe granitten yekpare olan bu dikilitaş, 390’da İstanbul’a getirilmiş ve Hipodrom’a dikilmiştir. Mermer bir kaidenin üzerindeki dört bronz ayağa oturur. Kaidenin dört yüzü de kabartmalarla kaplıdır. Bu kabartmalarda I. Theodosius, oğulları, karısı ve yardımcıları ile Hipodrom sahneleri, anıtın dikilişini gösteren tasvirler yer alır. Anıtın kaidesinde biri latince, biri grekçe olmak üzere iki kitabe vardır. Latince kitabede anıt kendi ağzından konuşur ve dikiliş nedeni ile kaç günde dikildiğini anlatır: “Önceleri direnmiştim, fakat yüce efendimizin buyruğuna itaat ederek ezilen tiranlar üzerinde zafer çelengini taşımam için gerekli her şey, Theodosius ve onun kesintisiz devam eden sülalesine boyun eğdi. Bana da galebe çalındı ve Proklos’un idaresinde 30 günde dikilmeye mecbur edildim”. Grekçe kitabede anlatım daha yalındır. Burada konuşan taş değildir: “Devamlı yerde yatan dört taşı dikmek cesaretini ancak İmparator Theodosius gösterebildi. Yardıma Proklos’u çağırdı ve böylece 32 günde taş dikilebildi”. Bu tür obelisklerin dikilme amaçları tümüyle psikolojiktir. Amaç, İmparatorun halk üstündeki görkem ve gücünün artmasını sağlamaktır.

Hipodrom’daki anıtlardan biri de 4. yüzyılda İstanbul’a getirilmiş olan Yılanlı Sütun’dur. Birleşmiş Yunan sitelerinin İranlılara galip gelmesi üzerine elde edilen ganimetlerin eritilmesiyle oluşturulan bu sütunun üzerinde altın bir kazan vardı. Bu kazanı tutan burmaların her biri yılan biçiminde sonlanıyordu. Yılan kafalarından birinin yarısı, geçen yüzyıl içinde kazıda bulunmuş ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne konmuştur. İmparator VII. Konstantin Porphyrogennetos zamanında dikilmiş olan Örme Obelisk de Hipodrom’dadır. Bu anıtın üstünün zamanında madeni plakalarla kaplı olduğu bilinmektedir.

Sultanahmet’teki Hipodrom dışında, kentin öteki semtlerinde de çeşitli anıtlar bulunmaktadır. Bunlar genelde, yaptıranların ve bulundukları yerlerin adları ile tanınırlar. Bu tür anıtlardan biri olan Gotlar Sütunu Gülhane parkındadır. Kesin tarihi belli değildir ama 4. yüzyılı ait olması düşünülebilir. Bir kaide üzerinde monolit gövde halinde yükselen anıtın tepesinde Korint üslubunda bir başlık vardır.

Çemberlitaş’ta meydanın ortasında hâlâ ayakta duran bir anıt bulunmaktadır. Bu anıt, daha Bizans döneminde çatlamış ve demir çemberlerle takviye edilmiştir. Bu nedenle de Çemberlitaş olarak tanınan anıt, mermer kaide üzerine üst üste oturtulan yuvarlak porfir taşlardan oluşur. Her bir parçanın üst kısmında ek yerlerini gizleyen kabarık taşkın kısımlar bulunur. Anıtın üzerinde kendini tanrı “Apollon Helios” olarak tasvir ettirmiş İmparator Konstantin’in heykeli bulunuyordu.

Bu tür yapıtlardan biri de bugünkü Beyazıt Meydanı eski adıyla Theodosius Forumu’ndaki Theodosius Zafer Takı ile sütundur. Zafer takının parçalarının bir kısmı yerinde durmakta, 557 yılındayer sarsıntısında yıkılan ve 16. yüzyıl başlarında da tümüyle kaybolan sütunun parçaları ise II. Bayezid Hamamı’nın temellerinde temel taşı olarak bulunmaktadır. Helezoni yükselen bu sütuna ait kabartmalar, bugün bile hamamın temellerinde yoldan geçerken görülmektedir.

Arkadius Anıtı ise, bugünkü Cerrahpaşa semtinde Arkadius adına yapılmış olan forumun ortasında bir kaide üzerine helezoni olarak yükselen bir sütundu. Bu helezoni kısım da sürekli bir kabartma ile süslüydü. bu kabartmada Barbarlara karış kazanılmış olan bir zafer anlatılıyordu. Daha Bizans döneminde harap olmuş olan bu anıtın bugün yalnızca kaide kısmı ayaktadır.

Fatih semtindeki Kız Taşı ise 452 yılında Markianos için dikilmiştir. Ufak ölçüde, yalın görünümlü bu anıtın kaidesinde çelenk taşıyan iki zafer tanrıçası vardır. Kaidesindeki bu figürler nedeniyle Türk döneminde “Kız Taşı” olarak anılmıştır.

Biraz da Bizans’ın askeri mimarisinden söz edelim. İstanbul’un özünü oluşturan Byzantion’un antik çağdaki durumu hakkında pek bilgi yoktur. İmparator Konstantin 11 Mayıs 330’da İstanbul’u yeniden kurup tören ile açmıştır. Kentin bu yıllardaki durumu da pek bilinmez. Ancak, Konstantin’in kente kara tarafından sınır çizdiği bilinmektedir. İstanbul surları zamanla büyüyen kente uygun olarak batıya doğru genişletilmiştir. Batı yönüne doğru büyük bir genişletme ise 408-450 yıllarında İmparator olan Theodosius zamanında olmuştur. Theodosius Surları ya da kara tarafı surları adı verilen bu surların 96 kulesi bulunmaktadır. Marmara’da Mermer Kule ile başlayıp Haliç yönüne doğru uzanan surlar, Edirnekapı’nın biraz ilerisinde kesilir. Daha ilerideki surlar geç dönemlere aittir. Surların yer yer dışarıyla bağlantı kuran kapıları vardır. Bu kapılara Türk döneminde çeşitli adlar verilmiştir. Sur kapılarından bir kısmının eski adları bilinmemekle birlikte, yalnızca üçünün adı üstlerindeki kitabelere dayanılarak tam ve kesin olarak saptanabilmiştir. Bunlar, Porta Aurea (Altın kapı), Pege (Silivri kapı) ve Rhegium’dur (Mevlevihane Kapısı).

Surlar üç bölümden oluşuyordu: Anasur, Hendek, Önsur. Önsurun burçları, ana surun burçları arasına gelecek biçimde yapılmıştı. O dönemde hendeğin içinde su bulunup bulunmadığı ise tartışma konusudur. Bu biçimde bir hendeğin içinde su yokken aşılmasının daha güç olduğu düşünülürse, su bulunmadığı düşüncesi akla yakın gelmektedir. Hitit ve Sasanilerde kullanılan bu sur sistemi Doğu’dan alınmıştır. Surların Ayvansaray tarafındaki ucu, Thedosius zamanından sonra kentin genişlemesine uyarak yenilenmiştir. Özellikle Komnenoslar döneminde burada İmparatorluk Sarayı bulunduğu için, bu bölge (Blakhernae) özel olarak genişletilmiştir. Kara surlarının sürekli olarak tamir edildiği, Bizans kaynaklarından ve kulelerdeki kitabelerden öğrenilmektedir. Marmara ve Haliç surları kara surları kadar önemli değildi. Özellikle Haliç’tekiler iyice zayıftır. Marmara surları da kara surları gibi güçlü değildir. Çünkü deniz bu bölgede çok akıntılı olduğundan gemilerin buraya yanaşması bir hayli güç oluyor, bu da bir saldırıyı zorlaştırıyordu. Haliç surlarının zayıf olmasının nedeni de Haliç’in sürekli olarak kapalı tutulmasıdır.

Altınkapı kara surlarının en önemli kapısı olarak bilinir. Bu kapının özel bir durumu vardır. Via Egnetia adı verilen İstanbul-Roma anayolu buradan başlıyordu. Kendine özgü bir cephe mimarisine sahip olan kapıda normal kapılardaki tek açıklık yerine, ortadaki daha geniş olmak üzere üç açıklık vardır. Ana giriş imparatora aitti, halk ise yan kapıları kullanıyordu. mermer bloklarla kaplı cephede büyük kemerin iç ve dış tarafında kitabe bulunuyordu. Kapı 5. yüzyılı, II. Theodosius dönemine aittir.

Burada yalnızca başkent İstanbul’daki yapıtları ele aldık. Oysa Bizans, Avrupa, Asya, Afrika olmak üzere üç kıtaya yayılmış çok geniş bir imparatorluktu. Buralardaki sanat yapıtları da çok sayıdadır ve incelendiğinde Ortaçağ’a damgasını vurmuş olan bu uygarlığın daha yakından tanınmasına yardımcı olurlar.



Roma Dönemi (Arkeoloji)









 
Hellenistik çağın bitimiyle sanatın merkezi Batı Anadolu ve Yunanistan’dan Roma’ya kaymıştır. Roma sanatının köklerini ise İtalik Etrüsk ve Hellenistik sanatta aramak gerekir. Etrüstler, olasılıkla M.Ö.1. binin başlarında Anadolu’dan İtalya’ya geçmişler ve büyük bir uygarlık kurmuşlardır. Surlarla çevrili şehirlerde taş temeller üzerine kerpiç duvarlı ve ahşap çatılı evler ile tapınaklar yapmışlardır. Mezar mimarisine de büyük önem vermişler, mezar odalarını kabartmalarla ya da frekslerle süslenmişlerdir. Etrüsk yapı tekniğine ek olarak kireç harcının kullanılması da Roma mimarisinin gelişmesinde büyük etken olmuştur. Harcın kullanılmasıyla kemer ve kubbe tekniği ilerlemiş ve geniş mekanların üzerleri örtülebilmiştir. Etrüsk geleneğini sürdüren Roma tapınağı ise, yüksek bir kaide üzerinde, ön cephesinde geniş bir merdivenle çıkılan derin bir portik ve gerisindeki dikdörtgen celladan oluşur. Genellikle Korint düzeni yaygındır. Cellanın duvarlarında ise ön cephenin sütunları yarım sütun şeklinde devam ettirilmiştir. Ayrıca yuvarlak tapınaklar da yapılmıştır. En önemlisi İmparator Hadrianus döneminde Roma’da yapılan Pantheon’dur. Üzeri büyük bir kubbe ile örtülmüştür. Anadolu ise Roma egemenliği altında olmasına karşın, mimaride eski geleneğini sürdürmüştür. Ankara Augustus Tapınağı ile Aizanoi’deki (Çavdarhisar) Zeus Tapınağı da Roma çağında Yunan geleneğini sürdüren yapılardır.
Roma tapınakları, avluların ortasında ya da gerisinde ama hep tam eksende yer alacak şekilde yapılmışlardır. Bu avlulara toplantı ve pazar yeri olan agoranın karışlığı olarak Roma’da “forum” adı verilir. Özellikle imparator forumları çok görkemli komplekslerdir.
Tiyatro yapıları da Roma mimarisinin en önemli yapıtları arasında yer alırlar. Bu tiyatrolar, Yunan tiyatroları gibi sahne binası, yarım daire şeklinde meydan ve oturma kademelerinden oluşmaktaydı. Ama sahne binası çok gelişmiş olup, oturma basamakları ile birleştirilerek mimari bir bütünlük sağlanmıştır. Bu tiyatroların en iyi örneği, Antalya yakınlarındaki Aspendos Tiyatrosu’dur. Gelişen kemer ve tonoz yapımı sayesinde, oturma basamakları kemerli mekanlar üzerine oturtulabilmekte, böylece Side’de olduğu gibi düz bir arazide de tiyatro yapılabilmekteydi. Ayrıca oval bir alanı tamamen çevreleyen oturma kademelerinden oluşan amfitiyatrolar, gladyatör oyunları ya da vahşi hayvanların boğuşmaları için yapılmışlardır. Bunların en başarılı örneği Roma’daki Colosseum’dur. Bu yapının dış cephesinde bilinen her üç düzen de kullanılmıştır.
Roma mimarisinin en önemli yapı tiplerinden biri de hamamlardır. Bu hamamlarda bazı bölümler alttan ve duvardan ısıtılarak sıcak mekanlar elde edilmişti. Soyunma yerleri, soğuk, ılık ve sıcak mekanlar hamamın en önemli bölümlerini oluşturuyordu. Hamamlar imparatorluk döneminde kitaplıklar, konferans salonları, havuzlar, spor salonları ile birleştirilerek görkemli yapılar halini almıştır. Roma’da Diokletianos ve Carakalla hamamları ile Anadolu’da Miletos, Ankara, Ephesos ve Perge’deki hamamlar en önemli örneklerdir.
Şehirlere ve hamamlara su, kaynaktan su köprüleri ile sağlanırdı. Fransa’daki Pont du Gard ve Antalya’daki Aspendos su kemerleri günümüze kalan en iyi örneklerdir. İmparator Valens zamanında yapılmış olan İstanbul’daki Bozdoğan Kemeri de bu tip yapıların geç örneklerinden biridir.
Roma mimarisi hakkında en iyi fikir veren evler, Pompei ve Herkulaneum’dakilerdir. Bu evlerin esasını atrium denilen üzeri örtülü, tavanının ortasında bir delik ve tam altında havuz bulunan bir mekan oluşturmaktadır. Bunun çevresinde ise dükkanlar, yemek ve yatak odaları ile bahçe yer almaktaydı. Bu tip evlerin yanı sıra sütunlu avlulu Yunan tipi evler ile apartman tipinde çok katlı evler de yapılmıştır. Evlerden başka, zengin kişilerin villaları ve imparator sarayları da Roma uygarlığının zenginliğini ve görkemini gösteren yapılardır.
Roma kentinin en önemli ögelerinden biri de her iki yanında dükkanlar bulunan direkli caddelerdir. Bu caddeleri ya da meydanları süsleyen taklar ise heykel taşıyıcı olup, üzeri tonoz kemerle örtülü bir ya da üç gözlü geçitlere sahiptirler. Tek gözlü taklara Roma’da Titus, üç gözlülere yine Roma’daki Konstantin takı örnek gösterilebilir.
Heykeltraşlıkta ise Romalılar, Yunanlılar kadar yaratıcı olamamışlardır. Yunan yapıtlarını toplayarak ülkelerine getirmişler, kolleksiyonlar yapmışlar ve bunları kopya ederek çoğaltmışlardır. Bu kopyalar Yunan heykeltraşlığı hakkında önemli bilgiler edinmemize neden olmuştur.
Romalılar, plastik sanatların portre ve tarihi kabartma kolunda ise orijinal yapıtlar ortaya koymuşlardır. Roma portre sanatı ölüler kültünden doğmuştur. Yunan portrelerinde görülen idealizm yerine realist bir üslup uygulamışlar ve bugünkülere benzer portreler yaratmışlardır. Roma cumhuriyet döneminde portrelerde kişisel hatların realist bir tarzda gösterilmesine önem verilmiştir. Augustus’un Primaporta heykeli bunun en güzel örneğidir. Flavuslar döneminde de bu üslup sürmüş, ancak imparator Trajanus ve Hadrianus döneminde gölge-ışık oyunlarından ve hareketli ifadelerden vazgeçilerek, yunan etkisi altında, realist hatlar hafifletilmiş olarak verilmiştir. Belirli bir zaman ve yerde meydana gelen bir olayı betimleyen tarihi kabartmaların en önemlilerinden biri, Augustus zamanında Roma’da yapılmış olan Ara Pacis yani Barış Sunağı’nın kabartmalarıdır. Bu kabartmalarda Roma kentinin geçmişi ile ilgili sahneler, imparator ve ailesinin, yüksek memurların portreleri tasvir edilmiştir. Roma’daki Titus Zafer Takı’nın kabartmalarında ise imparatorun zafer alayı ve ele geçirdiği ganimetler gösterilmiştir. İmparator Trajanus’un sütunu üzerinde de imparatorun Dakia seferi ile ilgili savaş sahneleri devam eden bir tablo gibi betimlenmiştir.
Roma sanatının tüm dallarında eyaletlerin etkisi açıkça görülmektedir. Bu eyaletlerin en önemlilerinden biri de Anadolu’dur. Anadolu, daha tarih öncesi çağlardan beri büyük bir uygarlığın beşiği olmuş ve etkilerini çağlar boyunca sürdürmüştür.
(Portik: önde sütunlara oturan, arkada genellikle bir binaya yaslanan örtüsü bulunan açık galeri. bir nevi revak ya da arkad da denilebilir.)




Roma Pantheon





Roma Pantheon






Roma Pantheon





Roma Pantheon





Roma Pantheon



Ankara Augustus Tapınağı (yukarıdan görünüm)

Ankara Augustus Tapınağı

Ankara Augustus Tapınağı Rest.



    Çavdarhisar Zeus Tapınağı



 Antalya Aspendos Tiyatrosu




    Antalya Aspendos Tiyatrosu





    Roma Colosseum




















Roma Colosseum





















Roma Titus Zafer Takı

Yunan Sanatı (Arkeoloji)

deneme

13 Mayıs 2010 Perşembe

Osmanlı Sanatı (Sanat Tarihi)


ERKEN DÖNEM OSMANLI SANATI


Anadolu'daki diğer beylikler gibi, Oğuz boylarından biri olan Osmanlı Türkmenleri, Selçuklularla birlikte Orta Asya'dan İran'a, oradan Anadolu'ya gelerek Ertuğrul Bey idaresinde Söğüt'e yerleşmişlerdir. 1299 yılında babası Ertuğrul beyin yerine geçen Osman Bey kurduğu devlete kendi adını vermiştir. Ondan sonra tahta geçen Orhan bey 1326 'da Bursa'yı ve 1331'de İznik'i almıştır. 1361'de I. Murat'ın Edirne'yi almasıyla Osmanlılar önce Bursa'yı sonra da Edirne'yi kendilerine başkent yapmışlardır.

Bursa'dan 5 yıl sonra Türklerin eline geçmesine rağmen ilk önemli Osmanlı yapıları İznik'te inşa edilmiştir. İznik Erken Osmanlı mimarisinin beşiği olmuştur.

İZNİK YEŞİL CAMİİ
İznik 'teki en eski yapı 1333 tarihli Hacı Özbek Cami'dir. Ancak 1378-1392 tarihli Yeşil Cami Osmanlı mimarisinin en önemli ve abidevi yapısı olmuştur. Mimari plan açısından Selçuklu geleneğinden doğan ve klasik Osmanlı mimarisine geçişi oluşturan yapı, adını tuğla minaresindeki yeşil, firuze, sarı ve mor renkli çinilerden almıştır. Bu çinilerdeki renk ve kompozisyonlar da Selçuklu geleneğindedir.


 

                                 İznik yeşil Camii minaresi       İznik Yeşil Camii


Ters T (┴) Planlı camiler


İznik yapılarında karşılaşılan yeni bir üslup Erken Osmanlı mimarisinin habercisidir. Bu “ters T” planlı, “zaviyeli” ya da “çok işlevli” camiler olarak adlandırılan plandır. Bu planda, ortada uzun bir dikdörtgen biçiminde asıl cami ve birer kapı ile buraya açılan dikdörtgen yan mekanları vardır.

Ters T (┴) plan tipinin cami mimarisindeki ilk gelişmiş örneği 1. Murat (Hüdâvendigâr)’ın Bursa-Çekirge’de 1366-1385 tarihleri arasında yaptırdığı Hüdâvendigâr Camii’dir.


BURSA HÜDÂVENDİGÂR CAMİİ
Yapı, iki katlıdır, üst kısmında bir medrese bulunur. Ortada yüksek bir kubbe ile buna bitişik bir eyvan yer alır. Bu eyvan, iki taraftan kendisini kuşatan ve destekleyen tonozlu eyvanlara bağlanır. Köşelerde tonozlu odalar, ortada giriş kubbesi, iki yanlarında da üst kata çıkışı sağlayan merdivenler vardır. Orta kubbe ve kıble, eyvanın çevresini boydan boya kuşatan tonozlu koridor, sadece mihrap üstündeki küçük kubbeli mekandan bir pencere ile camiye açılır.











BURSA YILDIRIM CAMİİ

1390-95 yılları arasında Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılmış olan cami, tamamiyle taştan inşa edilmiş her çeşit dekordan sıyrılmış ve sade bir mimari üslup gösterir. Orjinal bir son cemaat yerine sahip olmakla birlikte
Ters T” plan tipinin en olgun örneğidir. ( Busa Yeşil Cami ve Edirne Muradiye Cami’de aynı plan şemasındadır.)




Bursa Yıldırım Camii


Bursa Yıldırım Camii, son cemaat yeri











Çok Kubbeli Camiler

BURSA ULU CAMİİ

-1396-1400 arasında Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılır.

-Çok kubbeli camilerin en klasik ve abidevi yapısını ortaya koyar.
-Tek mekandan oluşur. Çift minarelidir. Üç cephesinde üç kapı vardır.
-Kapılardan yöneliş direk ortadaki şadırvana doğrudur.
-Bursa Ulu Cami'den sonra Osmanlıda Balkanlardan Kahire'ye kadar çok sayıda eşit kubbeli camiler yapılmış ve yapımlarına 17.yy. sonlarına kadar devam edilmiştir.









Merkezi Kubbeli Camiler



EDİRNE ÜÇ ŞEREFELİ CAMİİ

-1437-1447 yılları arasında I.Murat tarafından yaptırılmıştır.
-Mimarının ismi bilinmemekle birlikte Konyalı olduğu düşünülmektedir.
-Yanlarında 6 gen payeler, giriş ve mihrap tarafında duvarlar boyunca uzanan sivri kemerler üzerine oturan 24.10m çapındaki kubbeli mekan yanlara doğru 10.5m çapındaki ikişer kubbe ile genişletilmiştir. Aradaki üçgen boşluklara mukarnas konsollarla birer küçük kubbe yerleştirilmiştir.
-Böyle bir plan şeması Türk sanatında ilk kez ortaya çıkmış ve büyük camiler için ideal mekan gerçekleştirilmiştir. Dıştan 24 köşeli kasnağa oturan orta kubbeyi destekleyen 8 payanda kemeri ilk kez bu yapıda uygulanmıştır.
-Şadırvanlı dikdörtgen avlu ile asıl ibadet mekanı da yine ilk kez Üç Şerefeli Cami’de bir bütünlük sağlamaktadır.

-Caminin ikisi avluda , biri asıl ibadet mekanında olmak üzere üç büyük kapısı vardır. Bunlar Selçukluların anıtsal portallerine benzemektedir.
-İlk defa dört minare ile bu yapıda karşılaşılmaktadır.
-Avlu pencerelerinin alınlıklarında bulunan lacivert ve beyaz renkli çiniler İznik Haliç işi seramiklerinin öncüsüdür.
-Yapının revak kubbelerinde orjinal kalem işleri kalmıştır. Bunlar, Bursa Yeşil ve Edirne Muradiye Camilerinden sonra üçüncü sırada gelen en eski örneklerdir.


































1453 yılında İstanbul'u fetheden Fatih Sultan Mehmet otuz yıllık saltanatı zamanında başta İstanbul, Bursa ve Edirne olmak üzere, imparatorluğun çeşitli şehirlerinde 85'i kubbeli olmak üzere, 300 cami, 57 medrese, 59 hamam, 29 bedesten, çeşitli saraylar, hisar, kale, sur ve köprüler yaptırmıştır.


İstanbul'un alınmasından sonra burada yapılan ilk camiler İznik, Bursa ve Edirne'de belirlenmiş plana uygun olarak zaviyeli şekilde yapılmıştır. Kimi camiler ise plan dışında cephe anlayışı açısından da Bursa mimarisini devam ettirmiştir.

Ancak fetihten sonra yapılan ilk camiler mimari kalite ve mekan etkisi açısından Bursa ve Edirne camilerine benzememiştir. Bununla birlikte Fatih döneminde yavaş yavaş yeni bir üslubun gelişmeye başladığı görülmektedir. Göze çarpan ilk ve önemli yenilik, yarım kubbe probleminin ele alınışıdır. Yarım kubbenin çok büyük şekilde yapılması ilk olarak İstanbul Fatih Cami ile başlamıştır. 26m. çapındaki büyük kubbeli mekanın güney tarafına bir yarım kubbeli mekan ve yanlara üçer tane küçük kubbeli mekan eklenmiştir. Böylece ana mekan genişletilmeye çalışılmıştır.

FATİH CAMİİ

-Cami, Fatih külliyesinin merkezinde yer almaktadır. Külliye 1462-1470 arasında tamamlanmıştır.

-Osmanlılarda büyük ve toplu mekan yaratma hamlesinin başlangıç noktasını oluşturmaktadır.
-Revaklı avlu Edirne Üç Şerefeli Cami’den sonra Fatih Cami’nde artık tam oranlarını bulmuş, klasik bir örnek haline gelmiştir.










   






KLASİK DÖNEM OSMANLI SANATI


Mimar Sinan Dönemi


Mimar Sinan 'ın mimari gelişimi onun üç yapısı ile belirlenmektedir. Bunlar;
-İstanbul Şehzade Cami
-İstanbul Süleymaniye Cami
-Edirne Selimiye Cami 'dir.
Sinan bu üç yapısını kendi deyimiyle çıraklık, kalfalık ve ustalık olarak adlandırmıştır.

Şehzade Camii


1544 yılında Sinan 54 yaşında iken, çıraklık eserim dediği Şehzade Cami’nin yapımına başlar ve 4 yılda tamamlanır. Mimar Sinan, yarım kubbe problemini ilk olarak bu camide ele alır ve Bayezıd Cami ile Ayasofya'yı aşarak, 4 yarım kubbeli ideal bir merkezi yapı meydana getirerek, Rönesans mimarlarının gerçekleştiremediği bir başarı elde eder. 19m çapındaki ana kubbeli mekan 4 yarım kubbeli ve köşelerde birer küçük kubbeli mekanlarla çevrilmiştir. İstanbul'da ilk defa Ayasofya'nın yarım kubbe sistemi değişik bir mimari üslupla yeniden değerlendirilmiştir.Yapıda Sinan'ın mimari detaylarda ve minarelerde çok fazla süs elemanlarına yer verdiği görülürken, sonraları sade bir mimari üslubu tercih ettiği izlenecektir.


























 












Süleymaniye Camii


Cami 1557 yılında tamamlanmıştır. Süleymaniye Külliyesi içinde yer alır. Haliç'e bakan tepenin üstünde kurulan külliye Fatih külliyesinden sonra II. büyük üniversite olarak kurulur ve 18 yapıdan meydana gelen büyük bir külliyedir.Caminin ana kubbesi 26.5m çapında ve 53m yüksekliğindedir. İstanbul'da o zamana kadar Ayasofya'dan sonra gelen en büyük kubbedir. Yapının dış görünüşü iç mekanın tüm ayrıntılarını yansıtır. Harim ve revaklı avlu olmak üzere iki bölümden oluşur. Harimde ortada kubbeli bir mekanın kuzeyinde ve güneyinde yarım kubbeli mekanlar yer alır. Yarım kubbelerin yanlarında çeyrek kubbeler vardır. Kubbeli mekanın iki yanında ise 5’er küçük kubbeli mekan bulunur. Kuzeyde ise kubbelerle örtülü revaklı avlu yer alır.





   


Selimiye Camii
Cami Sinan'ın o güne kadarki denemeleri, yenilikleri toplu olarak ele aldığı bir yapıdır. Sinan Selimiye’ yi 1569-1574 yılları arasında 5 yılda tamamlar. O sırada 80 yaşındadır o güne kadar yüzlerce yapı yapmıştır ve cami için ustalık eserim der.Ayasofya ilk defa bu cami ile aşılır ve kubbe çapı 31.5m. ye ulaşır. Ayasofya'nın kubbe çapı ise 30.9m. dir. Üç Şerefeli Cami'de minareler kubbeli mekanın yanında yer alıyordu ve kalın adeta kule şeklindeydi. Oysa Selimiye’ de minareler daha ince şekilde ele alınmış ve 4 tanedir.Selimiye yalnızca yapısal kuruluş ve plan açısından değil, tek parça halindeki taş minberi, ince taş işçiliği ve süsleme programı açısından da benzerlerinden çok üstündür .Yapıda alt kat pencerelerinin alınlıkları çini kaplıdır. Mihrap duvarındaki büyük çini panolar renk ve kompozisyon açısından üst düzeydedir. Kubbe içleri tamamen kalem işi bezemelidir.Şadırvanı ile revaklı avlusu uyumu Türk mimarisindeki en ideal şekildedir.Yapının en önemli özelliklerinden biri dıştan okunabilirliktir. İçteki her bir eleman yapı dışından çok rahat görülebilmektedir. Ayrıca Sinan'ın en önemli özelliklerinden biri de yaptığı yapıların süsleme elemanları ve programı ile de bizzat kendisinin ilgilenmesidir. O’nun yapılarındaki hiç bir süs elemanı yalnızca süsleme amacıyla yapılmamıştır. Mimari plan ile süsleme elemanları arasında bir uyum ve ilişki vardır.












 




         









































































Yeni Camii


İstanbul Eminönü’nde bulunan cami 1597 yılında yapılmıştır. İlk mimarı, dönemin mimarbaşı olan Davud Ağa’dır. Tamamlanması ise XVII. Yüzyılda hassa mimarlarından Mustafa Ağa gerçekleştirmiştir.Hünkar kasrı, türbe, mektep, sebil ve çarşı gibi yapılarla beraber, külliye oluşturacak şekilde inşa edilmiştir.Temel planını, Sultanahmet Camii’nden almıştır. Ancak boyutları daha yüksektir.Burada, Sultanahmet’in kubbe düzeni değiştirilmiştir. Diğer camilerinkinden daha sivri olan kubbe, 36m yükseklikte ve 17.50 m. çapındadır. Yarım kubbeler, ana kubbeden oldukça aşağıya yerleştirilmiş durumdadır. Kubbeyi taşıyan dört paye, dıştan sekizgen planlı, dilimli ağırlık kuleleri ile daha bir belirgin kılınmıştır. Üçer şerefeli iki minaresi vardır. Kare şadırvanlı avlusu bulunan cami, çok zengin çinilere sahiptir.



GEÇ DÖNEM OSMANLI SANATI
Bu dönem Osmanlı sanatında, Avrupa etkisi dikkat çekici boyuttadır. XVIII. Ve XIX. Yüzyıllar, Avrupa’nın, Osmanlı Devleti üzerinde giderek etkinlik kazandığı yüzyıllardır. Avrupa’nın bu etkisi yalnız siyasi ve ekonomik alanlarda kalmaz, geleneksel Türk sanatına da yansır. Osmanlı imparatorluğunun eski gücünün kalmadığı bu çağda özellikle Fransa ile kurulan ilişkiler Osmanlı sanatının farklı özellikler kazanmasına neden olur. Osmanlı sanatı bu geç döneminde belirli evrelere ayrılır:



1-Lale Devri (1718-1730)

2-Türk Barok ve Rokoko Üslubu (1730-1808)

3-Ampir Üslup (1808-1874)

4-Neoklasik Dönem (1874-1930)


1-Lale Devri (1718-1730)


Bilindiği gibi bu dönemde Osmanlı devleti Avrupa kültürüne açılmaya başlamıştır. Matbaa gibi önemli araçlar Osmanlı ülkesine getirilmiştir. Devrin sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa başta olmak üzere, saray çevresi ve zenginler, gösterişli ev, köşk, çeşme gibi yapılar inşa ettirmiştir. Bu eserlerin çoğu Avrupa’dan getirilen mimarlar tarafından gerçekleştirilmiştir.

Lale Devri, Türk mimarisinin klasik çizgilerden uzaklaşarak batı üslubuna geçtiği dönem olarak kabul edilebilir. Mekan kaygısı yerini devrin anlayışına uygun olarak daha ziyade dekorasyon kaygısına bırakmıştır. Özellikle sebiller ve çeşmeler devrin önemli yapılarıdır. 1729 tarihli Sultan Ahmet Çeşmesi ile Galata’da Bereketzade Çeşmesi Lale devrinin karakteristik eserleridir.

Topkapı Sarayı’ndaki III.Ahmet Yemiş Odası, Lale Devri’nin önemli eserleri arasında yer alır. Ayrıca 1720 tarihli İbrahim Paşa Külliyesi bu dönemin bir diğer tanınmış eseridir. Özellikle Kağıthane ve Boğaziçi’nde yapılan Sadabat, Hüsrevabat, Kasrıcihan ve Ferhatabat gibi Fransız saray ve bahçelerine benzer planlarda yapılan köşkler ve kasırlar yapılmıştır ancak bu köşk ve kasırlar 1730 yılında lale devrinin sonunu getiren Patrona Halil İsyanı esnasında yakılıp yıkılmış ve günümüze gelememiştir.

2-Türk Barok ve Rokoko Devri


Avrupa’da Rönesans’tan sonra ortaya çıkan Rokoko ve Barok üsluplar, Türk mimarisini de etkilemiştir. Bu dönemde mimaride klasik çizgilerden giderek uzaklaşıldığı, Avrupa etkilerinin yoğunlaştığı, süsleme ögelerinin belirmeye başladığı görülür. Geleneksel Türk sanatının bezeme teknikleri terkedilir. Sütunlar giderek incelir, başlıklarda kasnak yerine baroğun kıvrımlı yaprakları ve deniz tarağı şeklindeki bezemeleri ortaya çıkar. Duvarlarda ise, çini kaplama, yerini fresklere bırakır. İstanbul’da Nuruosmaniye Camii, Beylerbeyi Camii, Eyüp Camii, Ayazma Camii, Yozgat Capanoğlu Camii, Gülşehir Karavezir Camii, bu üslubun önemli örnekleri arasında yer alır.


Nuruosmaniye Camii

1745-1755 yılları arasında aynı adla anılan külliyenin içinde yapılmıştır. Yapının ana mekanı tek kubbelidir. Son cemaat yeri ve avlusu on dört kubbeden oluşur. Ana kubbe, 25.75 m. Çapındadır. İki yanda, şerefeli minareler yükselir. Süslemede kullanılan dalgalı yay kemerler, deniz kabukları, akant yaprakların oldukça abartılı işlendiği görülür.

























3-Ampir Üslup Dönemi

Fransa’da Napeloeon (Napolyon) zamanında beliren ve gelişen bu üslubun, Osmanlı sanatına II.Mahmud döneminde girdiği biliniyor. Türk Ampir üslubu, Fransa, Almanya ve Rusya’daki Ampir üsluplardan oldukça farklı bir karaktere sahiptir. Avrupa ampirinde yer alan, üsluplaşmış hayvan ve insan figürleri Türk ampir üslubunda görülmez. Türk ampirinde bu figürler yerine çiçek ve yaprak gibi bitki motifleri tercih edilir.

Sultan II.Mahmud’un türbesinde görüleceği gibi, söz konusu üslubun başlıca özelliğini, gömme düz yarım sütunlar, daire kavisi pencereler ve palmetlerle bezeli başlıklar oluşturur.

II.Mahmut Türbesi, Alay Köşkü, Nusretiye Camii, bugün başbakanlık arşivi olan Cevri Kalfa Mektebi, Ortaköy Camii, Dolmabahçe Camii, Esad Efendi Kütüphanesi ampir üslubunda yapılan önemli eserler arasındadır.

Dolmabahçe Camii


Sultan Abdülmecid’in annesi Bezmialem Valide Sultan tarafından yaptırılmıştır. Denizin hemen kenarında, büyükçe bir avluya inşa edilmiştir. Dört kapılı bir duvarla çevrilen avlunun kapılarından birinde 4 beyitlik manzum bir kitabe bulunur. Mimarı, Karabet Amira Balyan olan cami, tek kubbelidir, iki minaresi vardır. Caminin önünde bir de hünkâr kasrı yer alır. Caminin süslemeleri yağlıboya kalem işleri ve nakışlarla gerçekleştirilmiştir.Mihrap ve minberi ise Avrupa tarzı motiflerle bezenmiştir. Bu yapıda klasik Türk mimarisinin ögeleri, Avrupa mimari ögeleri ile birlikte kullanılmıştır.






















































Nusretiye Camii


II.Mahmud tarafından 1822-1826 yıllarında yaptırılmıştır. Ampir üslubun güzel örneklerinden biri olan cami büyük ölçüde batı mimarisinin etkisindedir. Caminin sol tarafına avlu yapılmıştır. Dikdörtgen plân üzerine yapılan caminin avlusunda zarif bir şadırvan ve sebil bulunur. Caminin iki minaresi son derece zarif bir şekilde sağ tarafta avlunun içine yerleştirilmiştir. Çini ve beyaz mermer süsleme de bolca kullanılmış iki malzemedir.
























































 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Ortaköy Camii

Mimar Mahmut Ağa tarafından yapıldığı bilinen cami, zamanla harap olmuş ve 1721 yılında yeniden yaptırılmıştır. Ancak u camide uzun ömürlü olmamış, yüzyıldan daha az bir zamanda yeniden harabeye dönmüştür. Bugünkü Ortaköy Camii, 1853 yılında Sultan Abdülmecit tarafından eski camilerin yerine tekrar inşa ettirilmiştir. Mimarı Nigoğos Balyan’dır. Caminin içinde yer alan Allah, Hz.Muhammed ve Dört Halifeadları bizzat Sultan Abdülmecit tarafından yazılmıştır. Bütün selatin camilerinde olduğu gibi harim ve hünkar bölümü olmak üzere iki kısımdan oluşur. Geniş ve yüksek pencereler Boğaz’ın değişken ışıklarını caminin içine taşıyacak biçimde düzenlenmiştir.

Merdivenle çıkılan yapının tek şerefeli iki minaresi vardır. Duvarları beyaz kesme taştan yapılmıştır. Tek kubbenin duvarları pembe mozaiktendir. Mihrap mozaik ve mermerden, minber ise somaki kaplı mermerden yapılmıştır ve ince bir işçiliğin ürünüdür.

 


 







4-Neoklasik Dönem

Avrupa’dan Osmanlı Sanatına giren söz konusu yabancı sanat akımları ve üsluplarına tepki olarak doğmuş bir tarzdır. Klasik Türk Sanatına dönüşü ve mimaride geleneksel çizgileri sürdürmeyi amaçlar. Mimar Kemalettin Bey tarafından yapılan Bostancı Camii ve Vakıf Hanları ile Mimar Vedat Bey’in ina ettiği postane ve Defter-i Hakani örneklerinde olduğu gibi, klasik üslubun sivrikemerleri, mukarnaslı sütunları ve öteki unsurları kullanımış, böylece yeni ihtiyaçlara cevap veren bir milli mimari tarzı ortaya konmaya çalışılmıştır. Daha doğrusu, Klasik Osmanlı mimarisine duyulan özlem, geleneksel çizgileri yeniden görülür kılmıştır.